Olmaz dedim

19 Ekim 2010 Salı

         ''Karga olmaz herhalde''... ''Efendim?'' dedi, ''ne dedin anlamadım?''. Yazılarımı konun tam ortasından başlatmam onu biraz şaşırtmıştı sanırım. ''Karga'' dedim, ''eğer bir hayvan olmak istesem bu karga olmaz herhalde''...

         Makyajını tazelemek için - ya da bu bahaneyi öne sürüyordu- kaç defa tuvalete gidip geldiğini hatırlamıyorum. Sürekli konuşuyor, bana sorular soruyordu. Neden soruyordu ki bu kadar soru? Kendimi çöpçatanlık sitelerindeki profiller gibi hissettim, sürekli kendim hakkında bilgiler vermek zorunda bırakılıyordum. Oysa bir insanı zamanla tanımak, yavaş yavaş bir bilmece gibi çözmek daha iyi olmaz mıydı? Hem nereden biliyordu ki sorularının cevaplarını doğru vereceğimi? Pekala yalan da söyleyebilirdim. Aman canım ne fark ederdi? Zaten yalan söylemeye ve söylenmeye alışmış bir nesle dönüşmemiş miydik? Üstelik bu yalanlarımızı hastalıklı bir şekilde ''tatlı/beyaz yalanlar'' olarak adlandırıyorduk. Fakat yaptığımız samimiyetsizlikden başka bir şey değildi. En güzel takılarımızı takıyor, parfümlerimizi sürüyor, kendimize yalan söyleyecek, hastalıklı ruhlarımızı tatmin edip oyalayacak, eğlendirecek avlar arıyorduk. Kimsenin kendinden başka düşündüğü de yoktu. Ve bunu da çok kutsal bir görev olarak adlandırıp adına ''aşk'' diyor, adına destanlar yazıyor, filmler çekiyor işin içinden sıyrılıyorduk... Derken bir anda kollarıma gözüm ilişti, şok olmuştum. Çünkü üstümde kollarına burun silinmiş mavi bir okul ceketi vardı. Sanki sihirli bir değnek değmiş ve üzerimde önlük, boynumda yarı açılmış bir kravat, yüzümde sivilcelerle, bir anda ergenliğe geri dönmüştüm. Aşk ve yalan hakkında daha iki kitap okumamış bünyemle felsefe yapmaya çalışıyordum, sanki çok da gerekliymiş gibi...
       
         Çok geç olmadan bir şeyler yapmalıydım,  yoksa biraz sonra porno filmler hakkında konuşabilir, '' ya kızım amma çok yiyosun, yoksa hamile misin? ehuehe'' tarzı espriler yapabilir ve en kötüsü çantasından pedini kaptığım gibi havada 360 sallayıp '' bu ne ya altına mı işiyosun kızım?? ehuehue'' diyebilirdim. Tam bunları düşünürken '' Ne garipsin yahu '' dedi. '' Hiç beni dinliyormuş gibi bir halin yok'' '' Ne düşünüyorsun?''. Hafif bir tebessüm ettim '' asıl sen ne garipsin'' dedim.'' Daha neden karga olmak istediğimi bile sormadın''... İyi ki sormamıştı zira öylesine söylenmiş bir söz, verecek bir cevabım yoktu...

      Annemin çok ısrar ettiği psikologa ilk ve son olmak üzere gidiyordum. İçeri girdiğimde resepsiyondaki kadın randevu listesinden beni buldu ve ağzındaki koca gülümsemeyle içerisinde yelken dergilerinin bulunduğu odaya yolladı. ''Bu dergiler sadece klinikler için mi üretilir?'' ''yoksa bu kadar çok yelkenli hobisi olan insan var mıdır?'' diye düşündüm. Her neyse randevu zamanı gelmişti. İlk girdiğimde, üzerine yatıp da geçmişimizi anlattığımız koltuklar olmadığı için hayallerim yıkılmıştı, ''öyle koltuğu olmayan psikolog olmaz'' diye düşündüm? Hemen ''sahte mi?'' diye diplomalarına baktım, sanırım değildi... Bir şeyler soruyordu, ben cevap veriyordum. ''Kıza boşuna sinirlenmişim'' diye geçirdim aklımdan, hem soruların cevabının doğru olduğunu nereden biliyordu ki? dediğim anda yakamda beliren okul kravatını gördüm. Çok geç olmasın diye ardı ardına seri sorular soran psikologun sözünü '' ne zaman çocukluğuma ineceğiz, daha çok var mı, çok merak ediyorum da'' diye kestim. Güldü, pek oralı olmadı sanırım... Bir kaç soru daha sorduktan sonra, sürenin neredeyse bittiğini, sonraki randevular için son olarak bir soru sormak istediğini ve hayatta bir idealim olup olmadığını sordu. Ardına  ''ne olmak istersin?'' diye ekledi. Biraz düşündüm ''Karga'' dedim, ''Karga olmak istemem herhalde ''...


Rüzgar...

16 Ekim 2010 Cumartesi


       ''Yapma!!'' dedim. ''Eğer yaparsan çok fena olacak!''. Pislik pislik sırıtıyordu yüzüme. Yapamaz diye düşündüm, ama yapmıştı işte. Her şeyi berbat etmişti! Bütün şehir mahvolmuştu o'nun yüzünden. Oysaki kaç defa dedik ''nükleer bomba'' atmak yok diye...


       İnternet kafe den kalktığımızda çok kızmıştım Hakan'a, haklıydım da. O ise benim gönlümü almaya çalışıyordu. ''Gel' dedi ''Burger King'e'' oturalım. Sabah yediğim tek poğaçayla duruyordum hala, oyunun heyecanından da unutmuştum açlığımı.  Mırın kırın ederek ''iyi'' dedim ''gidelim'' , hem bedavalı kampanyası da var...

       Bütün ekip toplanmıştık. Ekip dediğinizde 4 adamdan oluşan internet kafe-playstation kafe arası mekik dokuyan bir şey işte, çok gözünüzde büyütmeyin yani. Hakan gönlümü almak için bedava menüsünü bana vermişti, başarmıştı da. Salak salak şeylerden gülüp, eğleniyorduk her zamanki gibi. Emre'nin tam burnuna kamışları sokup bizi kahkahaya boğduğu sırada -neden buna bu kadar güldük gerçekten bilmiyorum- birini gördüm uzaktan, duvarın arkasından sadece kafası çıkacak şekilde beni izliyordu. Arkadaşlara işim olduğunu, kalkmam gerektiğini söyledim. Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle '' Yine mi o '' diye sordu Emre. Ardından Hakan ''oo sen iyice havaya girdin bakıyorum, hadi bakalım'' diye gülümsedi oda. Gülümsedim ve kalktım masadan...


      Esrarengiz kişiyi izliyordum. Sağ, sol derken internet kafenin oralarda gözden kaybetmiştim. ''İyi de oldu aslında'' dedim. İnternet kafeye girer biraz daha konuşurdum ''ne de olsa arayı fazla açmamam gerektiğini, işi hep sıkı tutmam gerektiğini söylemişti arkadaşlarım.'' Günlerdir profilindeki fotoğraflara bakıyor, her türlü ders bahanesiyle soru soruyordum. Sırf onun için, hiç alakam olmayan gruplara üye olmuştum. Evet, sanırım aşık oluyordum...

     Başka yer kalmadığından, sırt kısmı kırık olan sandalyeye oturdum, üstelik klavyesi de doğru dürüst çalışmıyordu bu bilgisayarın. Ama çok da önemli değildi ya, içimdeki tatlı heyecan her şeyi unutmama yarıyordu, uzun zamandır hiç böyle olmamıştım. Bilgisayarı açtım, o sırada biri omzumdan tuttu. İrkildim, kafamı sağa doğru çevirdim. Bu az önce takip ettiğim esrarengiz adamdı. Tamamen döndüm bu sefer adama doğru. ''Kimsin'' dedim, ''ne istiyorsun?''. ''Ben'' dedi, ''Facebook'um''. Çok şaşırmıştım doğrusu, nasıl bir insanın adı Facebook olabilirdi ki? Yabancıdır heralde diye düşündüm, ''sizin orda kızlar teklif ediyomuş abi. Yabancılarda komşuluk yokmuş, doğrumu?'' diye seri sorular sordum . Kafamı çok sert bir hamleyle tek eliyle tuttu ve bilgisayar ekranının dibine kadar itti. '' Abi dedim kusura bakma'' ''bende arkadaşın yalancısıyım''. Bana internet sitesi olan Facebook olduğunu söyledi...

      Kafamı o kadar çok sıkıyordu ki bayılacak gibi olmuştum '' abi'' dedim ''yapma'' ''migren var bende''. ''Gir'' dedi. ''Az önce düşündüğün kişinin profiline gir'' dedi, ''devam et''. ''Hayır abi! bakmak istemiyorum'' dedim. Kafamı dahada sıkıyormuş gibiydi, istemeye istemeye de olsa girdim. Profil resmi değişmiş, duvarında çok kişinin beğendiği ve yorumladığı bir şey olmuştu. ''Hayır'' dedim ''bakmak istemiyorum''. ''Bunu sen istedin'' dedi, ''haddini bilmedin, şimdi sonuçlarına katlan''.  Artık ağrıdan gözlerim yaşarmıştı ve istemeyerek baktım. İlişki durumunu değiştirmiş, saçları üç numara ve kirli sakallı bir çocukla ''bir ilişki içerisinde'' yapmıştı. Ve altındaki ''Allah ayırmasın kardeşim, Birbirinize çok yakışıyorsunuz, İşte bunu sevdim <3'' yorumlarını gördüm. Kafamı dahada şiddetli sıkıyordu bu sefer. Gözlerimdeki yaş birikmiş, artık akmasın diye kafamı geriye doğru tutuyordum. ''Baktık ya işte'' dedim, ''hala neden sıkıyorsun?''. Döndüğümde kimse yoktu arkamda. Parayı verip dışarı çıktım. Sigaramı yaktım. Hafif esen rüzgar göz yaşlarımı gözümden aldı ve yüzüme doğru attı. Sigaramdan çok derin bir duman aldım, yutkundum, seviyordum lan...

Sevgililer Günü

     Kafamı sıraya yaslamış Şükrünün daha alalı bir hafta olduğu ve üzerinden hiç çıkarmadığı deri ceketinden süzülen ışık oyunlarını izliyordum, Şükrü sırada bir şeyleri karalıyor, karaladıkça ışık oyunları daha bir çoşuyordu. Gözüm bir anda şükrünün kafasının üzerinden gözüken koridordan gelen iki kişiye takıldı. Ece ile Fatih'di bunlar.   Ece eteğini sıyırmış, okul kazağının rengi mavi olmasına rağmen kırmızı bir kazak giymişti. Fatih ise olayı üst boyutlara taşıyıp; krem rengi bir pantolon, cilalı ayakkabılar, göbek deliğinin hemen üzerine kadar düğmeleri açık olan bir gömlek ve aksesuarı tamamlayıcı olarak omzuna bir hırka atmıştı. O gün sınıfın içinde tatlı bir heyecan vardı, herkesin içi kıpır kıpırdı, bunu görebiliyordum. Herkes en cici elbiselerini giymiş, takılarını takmış ve sınıfın içinde ince bir tabaka halinde gözükecek şekilde parfüm sıkmıştı. Evet sizin de düşündüğünüz gibi, sevgililer günü gelmişti, ve ben sevgililer gününü Şükrüyle geçirecektim...

Bu adamın sevgilisi vardır muhtemelen...
      Sınıf yavaş yavaş boşalıyor, okul bahçesinden adeta bir kısa etek ve açık gömlek ordusu geçiyordu. Hepsi birbirini tanıyor gibiydi. Ve o kadar samimilerdi ki liseden sonra birbirlerini 1 veya 2 kez aradıktan sonra görüşmüyecekler desen kimse inanmazdı. Onlar kafelere, sinemalara dağılıyor, ben ise bugün her sevgililer gününde yaptığım ''el ele gezen çiftlere içimden metiyeler dizmekten'' başka birşey yapmak istiyordum. Sınıfı süzdüğümde bir iki tane notlarını düze çeken çocuk -ki Fatih, Ece için ben neysem onlar için de bir farkım yoktu- ve Şükrü vardı. Şükrü hala masaya bir şeyler karalıyordu. Yanına gittiğimde beni farketmedi, bir süre ne çizdiğini izledim. Sıraya siyasi Türkiye haritasını kazıyordu anahtarının ucuyla, üstelik çoğu komşu ülkeyide sınırlarımıza katmıştı. Kapalı alanda hiç çıkarmadığı deri ceketinden dolayı hararet bastığını düşündüm, aldırış etmedim. 

     Sinemaya vardığımızda aklımızda tek bir film vardı ''Dabbe''. O zamanlar Dabbe çok modaydı ve Şükrü de bunu bir yerlerden duymuştu işte. Ben de ona '' İyi abi gidelim o zaman yani, sen istiyosan gidelim ben gitmeyelim demem, zaten böyle filmlerden kim korkarki lan hehe'' demiştim. Ancak bu sözler de korkudan öldüğüm gerçeğini değiştirmiyordu. Altıma sıçıyorumdum resmen korkudan. Sinema salonuna her yaklaştığımızda içimdeki korku büyüyor, sanki salonun içinde Dabbe kanlı canlı beni bek geçiştiriyordum. Köşedeki büfeden aldığımız dal sigaralarımızı kökledikten sonra sinemaya varmıştık sonuliyordu. Şükrü'nün yol boyunca '' diğerleri zaten şerefsiz, ulan bunu daha sonrada yapalım, ulan kızda ne kafa siker haa, hehe'' gibi kadrolu kankalık girişimlerini yarım yamalak duyuyor, kısa ve keskin bir kafa hareketiylenda. Kesilmeye götürülen koyun gibi izliyordum. Etrafa sevgililer saçılmıştı burada da...

    Çiftli ve arası boş koltuk diyarından kendi koltuklarımıza geçerken, çiftlerden gelen negatif elektriğin etkisiyle bayılacak gibi oldum. Sonuçta haklılardı biz iki erkektik ve az sonra sinemadaki tüm kızlara saldıracaktık... Neyse yerimize oturduk. Benim yanımdaki çift, erkek benim tarafıma gelecek şekilde yer değiştirdi. Arkadaşlarıyla sesli sesli gülen grupta son gülüşmelerini bitirmişti. Ve film başlıyordu artık...

    ''Yahu ne kadar kötü film, izlemeye değmez, sıkıldım lan çıkalım 2. yarıya girmeyelim.'' tekliflerimi sağ olsun şükrü kabul etti. Korkuyordum, çok korkuyordum. Neden korkuyordum onuda bilmiyorum, film boyunca gözlerimi sadece elimdeki telefona sabitlemiş, filmi umursamıyorum tavırlarıyla yalandan mesaj atmıştım. Ulan mesaj atacak kimim vardı, anneme mi atacaktım? Benim telefonumda Sibel, Tuğçe, Ece yoktu ki...

    Eve doğru yürürken ''neyse en azından Şükrüye iyi bahane buldum, rezil edemez beni'' diye geçirdim içimden. Apartmanın girişindeki merdivenlere oturdum, telefonu elime aldım. Annem komşularda olduğunu, gelemeyeceğini söyledi. Sanırım annem ''bu gün anahtarı yanıma almamışım'' numaramı yememişti. Yarım saat civarı oturdum. Çiftler geçiyordu sokaktan, uzun uzun onlara baktım, orospu çocukları...

Kola kutuları

14 Ekim 2010 Perşembe

           Peki sonra dedim, sonra ne yapacaksın, ne bileyim lan?!?! dedi ne yapacam. Oha lan ciddiyetine ne oldu? Oysa ki az önce pek bi resmiydik. Derken annem geliverdi içeri, bana gene oyuncak askerlerimi konuşturduğum için acınası gözlerle baktı. Haklı mıydı aslında? yoksa orta okulda olmam oyuncak askerlerimle oynayamayacağım mı anlamına gelirdi? bilemiyorum.

           Yemeğimi yedikten sonra dışarı çıktım, pis bir sıcak... İlerledim öylece, eksiksiz önüme gelen her boş şişeye vurup arabaların altına yolladım. Derken iki çocuk belirdi karşıdan, geçtiğimiz yol pek geniş olmadığı için epey bir yakınlaşacaktık ve bu durum da beni gerçekten rahatsız ediyordu. Ciddi durdum, çok ciddi durdum. Benimde aslında pek tekin bir insan olmadığımı eğer gerekirse onlarla kapışabileceğimi belirtmek için dişimin arasından yere falan tükürdüm, beceremedim dudaklarımın arasında kaldı, ptff ptff yaparak dudağımın arasında kalan parçalarıda çıkardım. Evet biliyordum çok pis dayak yiyecektim, keşke dayak yeseydim daha kötüsü çocuklar benle alay edecek, üzerime ani hamleler yaparak beni korkutacak ve hatta evimin neredeyse 3 sokak aşağısında olan sokaktan ''geçme lan bi daha bu sokaktan'' diyerek geçirmeyeceklerdi. Bunları düşünürken bir anda ensemde korkunç bir acı hissettim, ''haskktir ya arkadaşlarıda mı var amına koyayim!!!'' diye geçirdim içimden. Enseme vuran Murattı, çok sevinmiştim...

          Murat o sıralar bizim evin hemen yanındaki gecekondulardan birinde oturan, orada sözü geçen çocuklardan biriydi. Annesi 2 haftada bir bize temizliğe gelirdi Muratın, iyi bir kadındı annesi. Bu hayvanoğlu bundan nasıl doğmuş bilemiyorum. Ama bu hayvanoğlu dediğim adam o günlük en azından beni kendi çıkarları doğrultusunda tanımadığım iki çocuktan hırpalanmaktan almıştı ne de olsa Muratın beni hırpalaması ailemden yediğim tokatlar gibi birşey olmuştu artık. Muratı gördüğüme hiç bu kadar sevinmemiştim daha önce.

          O gün taksimde yürürken içtiğim ucuz tekilaların etkisiyle hafif sağa sola sallanıyordum. 2-3 arkadaş haftasonu birşeyler içelim demiştik. Onlar birbirlerine sevgililerini anlatırken ben uzun bir sessizliğe bürünüp onları dinledim. Ne zor hayatları var gibi duruyordu çocukların, sevgilileri trip atıyordu sonuçta. Benim en iyisni yaptığımı rahat olduğumu söylediler çünkü benim sevgilim yokmuş, akıllılık ediyormuşum. Ehh skcem be, bi kerede benim sevgilim olsunda rahatsız olayim, trip atsın, azıma sıçsın... Nerde kalmıştık heh yürüyordum,    yolda üniversite hazırlıktan tanıştığım bir çocuk vardı ve sevgilisi!!! ulan bu çocuk da benim gibi, tek ben değilmişim lan demiştim oysa ki. Bunu bana nasıl yapabilirdi. Beni görmesin diye hemen ilk sağa girdim. Belli bir süre kendimi boş kutulara tekme atarak oyalandım. İleride iki-üç kişilik bir grup vardı, kendimi o kadar oyalamıştım ki ara sokaklardan birinde epeyce bir ilerlemiştim. Ama artık çok geçti, geri dönemezdim, zaten moralim de çok bozulmuş, ne olacaksa olsundu artık! Sallanmayı kesmeye çalışsamda kendimi tutamıyordum. İşin kötüsü dayak değil, tahattütle aldığım telefonu gasp etmeleriydi. Tam geri mi dönsem lan acaba derken arkadan biri kolumu tuttu. Murat!! dedim içimden bir sevinçle, değilmiş...
Blogger tarafından desteklenmektedir.

Search This Blog